Salih Mirzabeyoğlu Sözleri ve Fikirleri

Salih Mirzabeyoğlu Sözleri ve Fikirleri

İçindekiler

 

Sanatın doğuşunu hazırlayan ihtiyaç, insanın düşünen bir şuur olmasından kaynaklanır; böylece insan, kendisinin ne olduğunu ve kim olduğunu yine kendisi için bir açıklığa kavuşturmaya çalışır.


Emeğin ürüne en adil ölçüler içinde yansıdığı ve emekçinin alın teri kurumadan hakkını en adil ölçüler içinde aldığı, emeğin de ürünün de kutsandığı ‘’Çağlarüstü mutlak fikir’’in savaşçılarıyız.


Bizi hiç tanımadan hakkımızda kötü düşünenler, bize haksızlık etmiş sayılmazlar. Bize değil, kafalarındaki hayalete saldırıyorlar çünkü.


İki husus birbirine karıştırılır! Dikkat edin; pısırıklık başka şeydir, terbiye başka şeydir. Küstahlık başka şeydir, vakar da başka şeydir. Küstah olmayın ama Vakur olun!


Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!


Düşünüyorum da, ömrümüz hasretlerden meydana gelmiş bir zincir. Kimi ekmeğe, kimi çocukluğuna, kimi gençliğine, kimi sevgilisine, kimi sevmeye, kimi sevilmeye, kimi arkadaşa, kimi şuna, kimi buna… O bunu bekler, bu şunu bekler, öbürü bekleyişi bekler. Her kavuşma başka bir hasrete yol… Yaşarken yaşamaya hasretiz!


Zamanüstü hakikat buudunda yaşayandan, saf tefekkür ehline… Üniformalı ilim erbabından, sırmalı askere… Adalet kefesine bakandan, bakkal terazisinde para değeriyle malı denkleştirene kadar herkes… Evet herkes; en ulviden en alelâdeye kadar her işde ve her yerde, tâbi olurken, tefrik ve temyiz ederken, ölçüp biçerken, o işe mahsus nizâmın mihengi içindedir!..


Kâinatta insan-insan’daki kâinat” sırrını kurcalar gibi, hakim Batıcı düşüncenin “mekanik kâinat-mekanik hayat” (robot insan) algısını yıkmak, bunu yıkarken de yerine; İslam tefekkürünün “duygu ve düşünce” alışkanlığını kazandırmak.


Bu evrensel ilkeler palavrasınıda bir tarafa bırakalım. Evrensel ilkeler falan diye bir şey yok! Burada hakim olanın koymuş olduğu kurallar var. Uyarsan uyarsın, uymazsan uydururlar. Bu kurallarında mânâsı budur!


Üstadım, roman için, “icatçı bir hayat taklidi” der. Batılı bir yazar da, romancıyı, “Allah’ın maymunu” diye niteler; “yaratma” kelimesini “taklit” mânâsına söylüyorum, kahramanlarını yaratması, onlara kaderler çizmesi bakımından… Bunun yanında, klişeleşmiş, ama öyle olmaması gereken, beylik bir ifâdeyle, “her insan, dünyaya rolünü oynamak için gelmiştir; rolünü iyi oynayan alkışlanır!” sözü… Bütün bu hikmetlerin ortak yanı, insanların, neticede “aktör” olmalarıdır. Herkes, ezeldeki nasibi üzere, istese de istemese de, Allah’ın kulu ve Resûlü’nün kadrosu olarak, memuriyetini yerine getiriyor… Bilerek veya bilmeyerek; bu fark da, mümin ve müslüman ile kâfir farkı.


Palet yürekli yaratıkların, artık çiğneyemeyecek insan onurumuzu, çiğneyemeyecek yabancı adam toprağımızı, çiğneyemeyecek yabancılaşmış adam…


“Parça bütünün habercisidir!”; Hazret-i Ali’nin belirttiği hikmet… “Bu hikmet sinema rejisörlerine kadar bilinir; bir el düşer böyle, kendini görmesen de kim olduğunu bilirsin!”; bu da, sözkonusu hikmetle alâkalı olarak, Üstadım’dan bana “Yevmiye” bahsi… Parça; “cüz” ve “hisse”… Parça, “hisse” tâbirine girecek yerde, “bütün”ün aynıdır; yukarıda işaretlediğimiz bütün hususlar gibi, tafsilini yeri geldikçe eserin içinde göreceksiniz. Parça, bütün’ün habercisidir ama, nasıl idrak edilirse?


Yeryüzüne aksiyon hasreti duymamış büyük entelektüel gelmemiştir. Fakat ne getirerek ve neye karşı aksiyon?


İş ruhta başlayıp ruhta bitiyor; tek kelimeyle, hayatın hakikati ruhta!


Bir insan var üç lokmada doyuyor. Bitanede obur insan var, ne kadar yese doymuyor. Aynı İslam’da ki Velilerin, Allah’a karşı tutumları odur; bir türlü doyamıyorlar! Ve onun içinde, ne kadar yaklaşsa, bir türlü yakınlaşmıyormuş gibi de boyna yakınıyor. Bakın biz ne kadar rahatız.. Değil mi?


Eşya, olay, doğa yoruma muhtaç; çağ bizi bekliyor. Biz aydınlığın bekçileri, şafağın ölümsüz akıncı erleriyiz. Kimseye kinimiz yok. Herkesin ve her şeyin sorumluluğunu yüreğimizde taşıyoruz. Her hıçkırık, yankısını bizde bulacaktır.


Bir tekerlemedir gidiyor; İslâm gelmeli, onun için çalışıyoruz, getireceğiz filân… Nasıl getireceksin?.. Bu senden tecrid olmuş bir şey, senin dışındaki bir şey, bir araba değil ki, ruh ve fikir istemez bir getiriş olsun!.. Kendine bak, niçin gelmediğini anla ve yalancıktan nefsinden şikayet etme alçaklığı yerine de, alçaklığını gör ve insan içine çıkamayacak kadar utan… Utanmak;o unutulmuş şey!.


Bize gelince; İslâm tarihinde geçen ve büyük bir yekûn tutan verilerden yeterince faydalandığımız söylenemez. Elinizdeki eser, keyfiyeti bir yana, dünya görüşü plânı içinde “sayı” ve “matematik”e yer veren ilk eser; bir bakıma, bu alandaki çalışmaları da önemli ve verimli kılıcı!..


Zaman idraki olmayan bir insanda nizam belirtici hiçbir doğuş olmaz.


Hangi fikre mensup olursanız olun, bu bir metod olarak çok önemli: “Başkasının nefsiyle ilgilenmekten rahat bulmak!”. Yani Salih a.s. da tecelli eden hikmet “Kendinden Zuhur”, başkasının nefsiyle ilgilenmekten rahat bulur. Başkasının nefsiyle ilgilenmekten kasıt şudur: Ben sizinle temasa geçtiğim andan itibaren; ben bir varlığım, sizde bir varlıksınız; ben böyle karşı karşıya geçtiğim zaman, sizi kendileştirebildiğim zaman rahat ediyorum. Bizim eşyaya tahakümümüz de budur zaten. Eşyayı kendimize işe yarar hale döndürüyoruz. Benleştiriyoruz! Ve mesela, bizim yaptığımız işin karikatürüdür makinenin yaptığı. Bizleştiriyoruz. Anlatabiliyormuyum?


En yüce güzellik Allah’ındır; zira, beşeri güzellik kavramı, maddede birlik ve bölünmezlik sıfatiyle ayırt edilebilir ve yüce varlıkla ne kadar çok uygun ve <<irtibatlı>> olduğu düşünülebilirse, o kadar mümtaz olur.


Kulakların fikir adına karga seslerinden başka bir şey duymaması ve maymunlaşması bir yana, kendisini yok edecek fikirsizliği insiyakla olsun sezme iktidarından mahrum uyuşukluğunu, en azından müspete ihtiyacı gösterecek olan bir cinnet patlamasından başka ne sarsabilir? Hani, “Mütefekkir”in ‘his iptali’ olarak vasıflandırdığı, ıstırap çekme hassasının bile kaybolduğu hal. Tarih, Hicri 1401. Kime mi söylüyoruz? Ne hazindir ki, şöyle veya böyle üzerine alınacaklar da, fikirsizliğini olsun görme nasibinde olanlar; bunun marifet olduğu bir zamandayız.


Düşünmeden öğrenmek, vakit kaybetmektir.


İmân, akıl işi değildir, akılsızlık işi de değildir; ona, göründüğü yerde, aklın “ruh” anlamı bâki, “imân aklı” da diyebiliriz. O doğrudan biliştir; ve kendi nasibi içinde, dinî veya dinî olmayana bakar… “Dinî”den kasıt, asıl; yâni İslâm. Saf ve pür bedahet hâlinde bir bilişle imân yanında, düşüncede kendini aşma kabiliyeti vardır; insan, KUŞATAN’ı kavram yoluyla değil, varoluşan KARAR ve İMÂN’la tanır. Herşey bir nasib ve vesile meselesi.


İBDA İdeolocyası Mektubât’tan süzülmedir. Onun, zamanımızın ihtiyacına nisbetle fikirde suret bulmuş hâlidir.


Mütefekkirin mektebi, hekimin eczanesi gibidir. Oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir. Birinin çıkık bir omuzu, ötekinin başında bir yarası mevcuttur; zevk, onları iyi edebilir mi?


Hiçbir politik kadroya dahil değiliz. Ancak bu, politik tercihimiz olmadığı anlamına gelmemelidir. Zaman ve şartlar içinde bize yakın olan bizdendir. İnsanımız ve inancımızın kavgası için çıktık.


Güya İslâm adına çırpıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak “Ehl-i Sünnet” itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada “İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik” mevzuundaki tek “sistem” terkibidir!..


Evet; Massif-som İslâm Devrimi… Gören ne güzel görüyor ve İBDA şemsiyesi altında, demokrasi çayırında başıboş eşekler gibi dolaşanların aksine, ne de soylu işliyor!..


Yaratılıştan kasıt, “bilinen ve bulunan aranır” hikmeti gereği, duyularla algıladığımız varlığın “fikir” mânâsı mıdır, –varlık, insanda toplu fikir midir?–, yoksa hariçte “insansız” varlığı olan ve pasif duyu algısına hitab eden bir gerçeklik midir? Son tecritte bu sorular, “müteal-aşkın” alanına, ilk insan ve “Hakikat-i Ferdiye” davası ile “Küllî ruh-Ruh-i Muhammedî” bahsine sarkar; en başta, varlığın yüzüsuyu hürmetine varolduğu insan meselesi!


Şimdi, ben bir fikir adamı sıfatıyla konuşuyorum. Aksiyon fikre dayalı harekettir, fikirsiz hiçbir hareket, ne kadar büyük olursa olsun, aksiyon değildir. Bir harekete yön veren, istikâmet tayin eden; fikir… İdeal.


Fikir soru sormakla başlar, cevap aramakla devam eder.


Harp ve değişiklik içinde teknolojinin prensip aradığı ve prensiplerin bombalarla ifade edildiği bir dünyada, filozofların söyledikleri değil, söylemedikleri şeyler ürkütücüdür.


Evet, dünya bir inkılâp bekliyor ve bu inkılâbın adı da İslâm… Dayanak sınıfı da aydınlar… Bugün içinde bulunduğumuz iç ve dış şartların bunu nasıl zorladığını görmek lâzım… Ve asıl ihtiyacımızı; belli sahalarda dinin hikmetlerini en DOĞRU ANLAYIŞLA topluma aplike edecek ve insanlara yaşanmaya değer hayatı bildirecek fikirlere ihtiyaç var… Bu da mihraksız çocuk uçurtması fikirler gevelemekle olacak iş değil, bir “ruh-anlayış-sistem”le, böyle bir sisteme nisbetle yapılması gereken bir iş.


Reel Politika diye birşey var.. Bunu kabul ediyoruz. Mesela şunu şöyle yapsan şurdan ambargo koyarlar, ambargo koyarlarsa şurdan şu olur falan.. Burda palavradan buna karşı çıkalım, şuna karşı çıkalım gibi ucuz şeyleri söylemiyorum. Ama şunu söylüyorum; burada bulunanlar, aynı zamanda bu işi burada bulunanlarla yapabilecekler. Dolayısıyla burada bulunanlar, politik olarak şunları bunları söylerken, burada, bu işleri konuşanlara da fazla müdahil olmamaları lâzım. Anlatabiliyormuyum?


Ne olmalı, nasıl olmalıyız? Evvelâ kendisi bakımından mesele olan insanın, derunî-iç dünyasının ve genişliğine doğru şu alelâde hayat plânı için, şuurun bütün yön-seviye ve ihtiyaçlarına cevab verebilecek bir “insanî hakikat” anlayışı bulunmadan, günümüzün şu bildik kadın-erkek meselelerinin çözümüne dair söylenen herşey, kopuk ve güdük kalmaya devam edecektir. Mutlak Fikrin gerekliliği ve kurulamazlığı, şuur seviyesinin bunu idrak etmiş imân mevzuu önünde, İslâm’dan başkası yok…


Ve bir yer gelir düşmanının göstermiş olduğu direnme bile sana katkı haline gelebilir!


Eğer, şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değişmesi ve sanatın görünümlerinin “sıradan varoluş”a nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık olmasını gözönünde tutarsanız, sanatçı, hamurunu veya çamurunu istediği yerden alabilir, bütün kıymet, ona üflediği ruh ve nefeste…


“Herşeyden önce kelâm vardı”; ses ve savttan münezzeh kelâm, ses ve savt hâlinde suret olan kelâm, kelâm’ın resmi olan harflerin istifi… Böyle bir bildik –bildirilen!– vasıtasıyla anlaşılıyor ki, 1 olan elif, mücerretleştikçe “birden daha bir, şiddetle bir”e doğru, kendinden başkaya isbat hakkı tanımaz bir sonsuza uzanır.


Hiç değişmemek, en genç çağımın yakıcı hayal ve hasretlerine bağlı olmak demekse, dava aşkı ve sadakati, heyecanı, tohumun ağaca doğru gelişmesi ve neticede kesiksiz bir oluş zinciri hâlinde tohumdaki cevheri bir “oluş kanunu” ve hilkat sırrı hâlinde göstermekse, “iyi, doğru ve güzel” için savaşmaksa, direnmekse, ben hiç değişmedim!..


Telegram-telemetri; uzaktan zihin kontrolü, zihni yönlendirme, haberleşme, telepati, işkence… Telegram, kelime anlamıyla, bildik dile çevrilmek üzere kendi “mors alfabesi” dedikleri işaretlerle uzaktan haber iletmeye yarayan “telegraf” demek; elektrikle çalışır bir model… Aynı neticenin çeşitli usullerle sağlanır olması bakımından, bizim anlatacağımız “telegram”, sadece âletle ilgili birşey değil… Böyle bir iş üzerinde, Goethe’den işaretlediğimiz “iç şekil” davasının yeri ne?


Çelik ve beton medeniyetinin bize armağan ettiği dünya; bunalımlar, eksoz dumanları ve palyaçolarla dolu…


Nasıl ki doyurulmayan açlık bir müddet sonra, açlık hissinin iptali ve neticede ölüme yol açıyorsa, okuma ve fikretme davası için de aynı şeyler sözkonusu. Açlık bir yana, hiç olmazsa böyle olabilmenin özencinde olsa gençler. İnsan olma özenci.


Ortaçağ karanlığı içinde domuz hayatı yaşayan Avrupa’nın İslâm’dan aldıklarıyla ihya oluşu ve kendine temel edindiği eski Yunan’ı da Müslümanlardan tanıması hakikati… “Amerika’nın keşfi” misâlinden başlayarak söylediklerimizi, kronolojik tarih devrelerinin de –en azından imaj olarak- Avrupa’nın “ben” merkezli tekâmül anlayışına uygun hâle getirilmiş olması ikazıyla bitirelim… “İlkçağ filozofları”… Kime göre İlkçağ?


Amerikanın, bizden, bütün yardımını hiç olmazsa bazı ıvazlar mukabili olarak isteyeceği veya büsbütün keseceği, Batı piyasasının piyasamızdan hiçbir şey çekemiyeceği, bütün kaynaklara mâlik Garp demokrasyalarının bize 180 derece arka çevireceği, Çin ve Hint pazarlarına giden hava ve kara yollarının bellibaşlı zabıtalar altına alınmak isteneceği, Türk Milletinden ise boşlukta mekân işgal etme hassası adına hangi şahsiyet ve ehliyete mâlik bulunduğu sorulacağı gün, başımızda bulunacak olan devlet mümessilleri, eğer hâlâ dünkü ölçünün bir devam ve istihalesini ifade edeceklerse, halimiz duman olacaktır.


Ama anla beni. Ben buradan bakınca öteyi gösteren şeffaf tiplerden olamam. Bileği, yüreği ve fikri yerinde olanları aramaya devam edeceğim, vesselam.


Bir bakıma kendi (Rönesansımızı) başlatmanın heyecanını duyurmaya çalışıyoruz… Bu da kendi değerlerimizi yenilemek anlamına gelir… Beş yüz yıllık çöküş ve çürümeyi tersine çevirmek gibi, zorların zoru bir iş… En genel anlamda Batı karşısında “Doğu” diye anlayın. Mücadeleyi, dava ahlâkını, hep verici olmayı, başını bir gayeye adamayı, ilme, fikre, ideolojiye dayalı bir hareket tarzını yaşamak, yaşatmak, aşılamak… “Olması gerekeni” hayâl ettirebilmek, hissettirebilmek… Batı’nın (Rönesans’ta) yakaladığı ışığı, aşkı, şevki, kendi tarih ve değerlerimiz içinde yakalamak… Bunu yapmaya çalışıyor, yapılması gerekenin bu olduğunu göstermeye uğraşıyoruz. İşte aydınların, sanatçıların, ilim adamı, fikir adamı, akademisyenlerin temel alması gereken zemin bu… Bu da ancak bir ideolocya-sistem temelinde gerçekleştirilebilecek bir şey. Büyük Doğu-İbda Külliyatı bunun için… Dünyada bugünkü ruhî, fikrî, siyasî çöküşü bütün sebeb ve sonuçlarıyla tartarak, tarayarak, anlayarak… Kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, bütün zaaf ve kuvvetlerimizi tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh ve nizâm yekpâreliği içinde yeniden doğmak.


Burada (Metris Cezaevi) yaşadıklarınızı bir daha yaşayamazsınız. Bugünleri arayacaksınız.


İlim ve politika ağababaları, çürüyen ruhları pudralamakla meşgul… Kendi öz şahsiyetimizi bulmak ve ona dönmek istiyoruz.


Topyekün kâinat, Allah’ın âyeti ve habercisi; mücerretleri ve buna dair kabartmalarıyla… Eser ve müessir arasında, “tesir edici eser” hüviyetiyle insan; ve kendi iç âlem düzeni peşinde, madde ve mânâda bu şekil verilebilen ve yoğurulabileni tasarrufa memur. Uzatmaya gerek yok, “temhid”in mânâsını da vermiş oluyorum ki, şu: (Mehd kökünden, mehd’den). Döşeme, yayma. İskân ve inşâ etme. İzâh etme, arzetme. Mukaddeme yapma. Hazırlama.


Bütün öğrendiklerimiz iman etmek içindir.


Biz, su gibi bir keyfiyetin mâlikiyiz; buhar oluruz, buz oluruz… Fikirse fikir, kavgaysa kavga; her şartta geçerli bir hassaya sahibiz…


İnkılâba dayanmış saatler döne döne Büyük Doğu bayrağı İBDA ile en öne!


İyi veya kötü olarak nitelemeksizin veya nitelemeden önce, ruhun tezahürü ve delili hâlinde bütün insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir yumağı andıran MİTOLOJİ, bu görünüşü ile dişi bir ilim olan psikolojinin, adeta en genel ifâdesidir… Şeriat, zahiri akıl-ruhtur, tarikat ise bâtınî Şeriat; dolayısıyla İslâm’da YAPMA’yı gösteren RUHÎ oluş ve işler, hiçbir şekilde mitoloji verileri ile ayniyet içine girmezler. Mitoloji, DOĞRU YOL’un gösterilmesinde sadece toprak seviyeli bir vesile rolü oynar; yer yer BERZAH’ın bu âleme âit görünüşünde bile ki, TEVHİD’e zıddından işaret ederek.


Benim davam tasavvufu layık olduğu yere oturtmak.


Mutlak olana inandıktan ve bütün emirleri ve yasaklariyle bağlandıktan sonra keyfiyetleri ebedi bir arayıcılık yolunda tahkik mizacı taşıyan derin insanla, her şeyi deri üstü hükümlere ve “dır,tır!”lara iliştiren sığ adam arasındaki farktır ki, müminin kim ve yobazın ne olduğunu gösterir.


Adam sana karşı ise kendini teklif ediyordur. Ben müdahale etmem, ama ortaya çıkarsa onu imtihan ederim.


Ve akın başlamıştır. Çağlar üstü mutlak fikre doğru… İnanıyoruz, onun için güçlüyüz!


Adam mevzuları anlamayınca hemen işi dervişliğe döküyor.


Derviş Allah’ın sevgili kulu da ben değil miyim?


Batı toplum ve yaşayışının içinden doğan demokrasi, Batı’nın ayrılmaz parçası SÖMÜRGECİLİĞİN uzantısı olarak ihraç ediliyor. İhraç edildiği ülkelerde, gördüğünüz gibi, “altı kaval üstü şişhane” oluşumlara vücut veriyor… İşin diğer yanı da, bu vaziyet hem onlara -Batı’ya- demokrasi adına müdahale hakkı hem de dolaylı ve dolaysız yollardan bolca imkân sağlıyor, malûm… İşlerine gelen yerde müdahale ettiklerini ve askerî güç de kullandıklarını biliyorsunuz, işlerine gelmeyen yerde seyirci kaldıklarını da!..


“Madde nedir?” sorusundan başlayarak, organizmaya kadar gelirken, “hayat nedir?” ve duyu organlarımızdaki, ona veya maddeye atfettiğimiz ihsaslar -hissetme, görme, bulma, bilme, zannetme, algı- nedir, derken akıl, sonra ona nisbetle bildiğimiz, bilmediğimiz, yahut bilmeyeceğimiz şeyler; ruha bağlı akıl keyfiyetinin ne olduğu, onun karışık bir mahiyet belirtmesi bakımından, “ruh nedir?” sorusu. Son tecritte, Allah, ruh, madde, zaman ve mekân gibi, isim ve kavramlarda odaklanan sır ve problemler. Hepsi içiçe, alt alta, üstüste.


Sarık, cübbe bunlar general elbisesi. Sen kimsin de O’nun sünnetine uyuyorum diye general elbisesi giyiyorsun?


Eskiden şeyh, senin bizde kısmetin yok deyip gönderirdi. Şimdi ise herhangi bir kulübe üye olur gibi olunuyor ve herkes oraya bağlansın diye ısrar ediliyor. Taraftar toplamak için tebliğ (!) çalışması da cabası.


İslâm inkılâbında ise sınıf, insan topluluklarının şu veya bu menfaat, imtiyaz ve tasallut hırsına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının merkezinde toplanacağı kitlelere dayanır. Öyleyse, İslâm inkılâbında sınıf, bellibaşlı farikaların kendisini cemiyet içinde sınırladığı zümreleri değil, kitlelerin, bütün insanlık çapında mayasını tutturacak örnek şahsiyet kadrosunu murat eder. Bu kadronun da bellibaşlı bir sınıf ismi vardır: Gerçek ve üstün aydınlar sınıfı…


Salt aklın ürünü her türlü rejimin insanoğlunu sürüklediği helak meydandadır. Komünist, kapitalist, Siyonist rejimler ve nüanslarının çizdiği tablonun vahşeti karşısında bu çıkışımız zaruri idi.


Rabıta herkese yapılmaz. Vaktin sahipleri tarafından şu kişiye rabıta yapılır denir, ona yapılır.


Hep aynı hikaye: “İslamı yaşamalıyız”. Elalem, devleti yıkmaya çalışırken, İslamcı geçinenler “bıyık ölçülerimiz İslama uygun mu?” diye tartışıyorlardı. Dönüp dolaşıp yine aynı mevzulara gelmeyelim. Aydınlar Aristokrasisi’nden bahsediyoruz, şu halinize bakın. Kendi mevzunuz bile yok. Entellektüel olsanız yine konuşacağınız bir mevzu olurdu, o da yok.


Tasavvuf zikir çekmek değil. Yahut zikir Allah Allah demek değil. İnsan Allah derken bile günah işliyor olabilir. Bizim zamanımızda fikir en büyük zikir. Benim zikrim eserlerim.


Bilim ve teknik şeriatın devletleşmesi için gerekli. Yoksa kendi başına değeri yok.


Şu anda Müslümanlar olarak en alt tabakadayız. Başkalarının Müslüman olması için bir cazibemiz yok. Bilakis bize bakıp da İslamiyetten vazgeçiyorlar. Sırf bunun günahı bile çok büyük.


Aşksız iman, merhametsiz aşk, öfkesiz merhamet, merhametsiz adalet olmaz.


Fikir soru sormakla başlar, cevap aramakla devam eder..


Aydın insan, fikir hayatına karşı tükenmez ilgisini sürdürmek için yeterli iradesi bulunan insandır.


Mütefekkirin mektebi, hekimin eczanesi gibidir. Oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir. Birinin çıkık bir omuzu, ötekinin başında bir yarası mevcuttur; zevk, onları iyi edebilir mi?


Çok büyük bir ressamsın ama küçük bir ayrıntı var; hiç resmin yok!


Aslında, her insan, sanat dilini daha çocukluğunda, ister istemez, farkında olmadan, ne olduğunu anlamadan, sanki bu kabiliyet ona görme ve işitme kabiliyeti gibi doğuştan verilmişcesine alıp öğrenir..


Okuyorsan, ne karşındakileri susturmak ve bilgiçlik satmak için, ne her okuduğuna körükörüne inanmak, ne de konuşmalarına mevzu bulmak için oku. Kitap vardır, ancak tadına bakmak içindir; kitap vardır yutulmak, kitap vardır çiğnenmek ve özümlemek içindir… Başka ifadeyle; kimi kitapların ancak birkaç bölümüne göz atmalı, kimisini baştan sona şöyle bir okuyup geçmeli, pek azını da her ayrıntı üzerinde titizlikle durarak adamakıllı okumalı.


Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlamaz.


Bilgi iki çeşittir… Biri mevzuu bilmek, diğeri ise o mevzuu nereden öğreneceğini bilmek.


Komik şey, tesirini meydana getirmek için kalbin bir zaman çeşirlenmesi gibi birşeyi geciktirir… Halislik zekaya hitap eder


Boşluğun bile, ne kadar boş olduğunu gösterici hacim keyfiyeti vardır. Bunlarda doldurulacak boşluk keyfiyeti bile yok


Keza, karikatürün en fazla geliştiği toplumlar, umumi hoşgörünün en geniş olduğu toplumlardır.

Hayvanların geliştirdiği işlerde de güzel vardır, ancak hayvan bunu bir sanat eseri olsun diye ve şuurla yapmıyor… İçgüdü sınırındaki ihtiyaçlarını, kendi türünün değişmez yaşama biçimi içinde karşılıyor… Oysa insan, eserini, <<kendinde-kendi için>> varlık olarak aynı zamanda güzelliğin kurallarına göre gerçekleştiriyor..


Kâinatta insan-insan’daki kâinat” sırrını kurcalar gibi, hakim Batıcı düşüncenin “mekanik kâinat-mekanik hayat” (robot insan) algısını yıkmak, bunu yıkarken de yerine; İslam tefekkürünün “duygu ve düşünce” alışkanlığını kazandırmak


Bir güzel söz söyleme sanatı varsa, bir de güzel anlama ve dinleme sanatı vardır.


Her sanat derinleştikçe kendi içine kapanır ve ayrı hale gelir; fakat diğer sanatlarla kıyas edilir ve derin temayüllerinin benzerliği onları birliğe götürür..


Bilmek ve yine de bilmediğimizi anlamak, en yüksek başarıdır; bilmemek ve yine de bildiğini sanmak, hastalıktır.


Şuursuz ilim, ruhu tahrip etmekten başka bir işe yaramaz.


Eski çağlarda yaşamış kavimlerin hiçbirinde, efsaneleri arasında yer edinmiş bir “para tanrısı” yok. Bunun sebebi paranın icadı tarihi ile mi ilgilidir bilmem ama, 19. ve 20. yüzyıl insanların parayı tanrılaştırdıkları ve en çok tapındıkları nesne oldu.


İslam estetik idrakinin temel taşı: Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur !


Necip Fazıl’ın, şahsımda kendi varlık hakikatini çerçeveleyişi : – “Tek kelimemin bile boşa gitmediğine inandığım, tek sen varsın !” Yürüyen Büyük Doğu halindeki İBDA mihrakının, doğrudan doğruya Büyük Doğu üzerindeki tashih hakkı açıktır !


Aşkta kavuşulunca aşk biter, kavuşulmayınca ömür boyu ağlanır.İkiside teselliden uzak..


Oyun, ahh ! Hayatla oynanan oyun, Geçiciler dünyasında kalıcılığı oynayanların oyunu.


Kadın, mücerret olarak kadın, mücerret güzellik ölçüsüyle, ancak İslâm şeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir ve kıymetinin azamîsine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırılçıplak etin vahşetini esirî bir tılsıma götüren ÖRTÜ SIRRI, münhasır estetik gözüyle de yalnız İslâmdadır.


Anlayış temin eden teoriden daha pratik bir yol yoktur..


Her devrin siyasi rejimi, tedavüldeki para üzerine kendi alametlerini koymuştur. Doğuda, hutbe okutmak ve sikke kestirmek, istiklal ve cülusun tescili olarak yorumlanmıştır..


O kadar garip ki, sanatkar geçinenlerin yüzde doksandokuzunda, kitap okuma diye bir dava yok..


«Ben kimim?» diye sormak, «ölüm nedir?» diye sormakla birdir… «Ben»… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..


Evet, dünya bir inkılâp bekliyor ve bu inkılâbın adı da İslâm… Dayanak sınıfı da aydınlar… Bugün içinde bulunduğumuz iç ve dış şartların bunu nasıl zorladığını görmek lâzım… Ve asıl ihtiyacımızı; belli sahalarda dinin hikmetlerini en DOĞRU ANLAYIŞLA topluma aplike edecek ve insanlara yaşanmaya değer hayatı bildirecek fikirlere ihtiyaç var… Bu da mihraksız çocuk uçurtması fikirler gevelemekle olacak iş değil, bir “ruh-anlayış-sistem”le, böyle bir sisteme nisbetle yapılması gereken bir iş..


En çok önsöz’leri severim önsöz çoğu son nefestir …bana sorarsan derim ki ön söze son sözden başlamalı.


Sözün özü son nefesten başlamalıydım yaşamaya.


İslâm’dan başka hiçbir sistem, gerçek mânâda ferdi ve toplumsal özgürlüğü garanti edemez! Hürriyetin gayesi, sadece hak ve hakikat olmalıdır.


Allah’ın Sevgilisi, Allah’a iman ve itaat kendisiyle mümkün olan… İşte bu noktada, O’na “yakîn” getirme usullerinden biri de, belirttiği liyakat nisbetinde TEFEKKÜRDÜR; ve tefekkürün öyle çeşitleri var ki, has ve hususî ibadet neviîndendir. Bu tefekkürün –İslam tefekkürünün- cemiyetin ihtiyaç ve yoğrulması gayesi etrafında “sistemleştirilmesi…”


Salih Mirzabeyoğlu Sözleri ve Fikirleri

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments